ULUSAL İLETİŞİM AĞI

12 Eylül 2010 Pazar

Okul Sosyal Hizmeti Nedir?

03 Mayıs 2010

Ülkemizde özellikle son aylarda basına yansıyan cinsel istismar haberleri buz dağının sadece görünen parçası olabilir. Bu gibi durumların önlenmesi açısından okul sosyal hizmeti oldukça önemlidir. Okul sosyal hizmeti, halen okullarımızda faaliyet gösteren rehberlik danışmanlık birimlerinden daha farklı bir yapı içermektedir. Sosyal hizmet biliminin yaklaşık 50 yıldır uygulama alanlarından birisini oluşturan okul sosyal hizmeti, çocuklara ve ailelerine dolayısıyla da topluma yönelik koruyucu/önleyici hizmetlerin sunulması açısından oldukça önemlidir.
 
Okul sosyal hizmetinin temel amacı; çocuğu, genci ve ailesini korumaktır. Okul çocukların, gençlerin ve ailelerinin durumlarının tespit edilmesi ve gerekli müdahalelerde bulunulması için kendiliğinden doğal bir ortam sunmaktadır. Yani çocuk üzerinden aileye ulaşmak ve aile içi sorunlara müdahale ederek doğabilecek daha ciddi sosyal sorunları önlemek mümkün olabilir. Ayrıca çocukların her türlü ihmal ve istismara karşı korunmasına olanak sağlaması açısından da önemlidir.
 
Tüm gelişmiş ülkelerde Çocuk Koruma Servisleri’nde (Child Protection Agencies) çalışan okul sosyal hizmet uzmanları “Child Protection Social Worker” (CPSW) çocukların korunmasını üstlenmişlerdir. Okul sosyal hizmet uzmanları, okulda çalışan personellerde dahil olmak üzere çocuklara karşı ihmal ve istismarda bulunabilme olasılıklarını dikkate alarak doğabilecek her türlü ihmal ve istismar vakalarını önlemeyi amaçlamaktadır. Ayrıca okul sosyal hizmet birimleri çocuklardan şiddet, uyuşturucu, alkol ve sigara eğilimi olanlara koruyucu önleyici ve tedavi edici hizmetler oluşturmaktadır.
 
Okul sosyal hizmet uzmanları, çocukların okul başarılarına etki eden olumsuzlukların önlenmesi, ailenin ve çocuğun destelenerek iyilik hallerinin geliştirilmesini amaçlanmaktır. Ancak ne yazık ki ülkemizde bu alanda büyük bir boşluk bulunmaktadır. Ülkemizde okul çağındaki çocuk nüfusu dikkate alındığında konun önemi daha iyi anlaşılacaktır.
 
Okul sosyal hizmet uzmanları, çocukların karşılaştıkları sorunlarla ilgili olarak diğer sosyal hizmet kuruluşları ile işbirliği içerisinde çalışmaktadır. Sosyal hizmet uzmanı çocuğa yönelik sorunun varlığı tespit ettikten sonra çocuğa ve ailesine yönelik gerekli mesleki müdahalelerde bulunarak sorunu çözümlemelerinde danışmanlık görevi de üstlenebilmektedir.
 
Sonuç olarak; ülkemizde sosyal ve ekonomik yapı değişirken bilimsel bilgiye dayalı kurumsal yapılanmaların çok fazla dikkate alınmaması bu tür sorunların artarak devam etmesine yol açabilir. Çünkü unutulmamalıdır ki toplumsal yapıdaki mevcut değişme paralel olarak bireyde giderek yalnızlaşmaktadır. Yalnızlaşan birey ister çocuk ister yetişkin olsun gerekli sosyal hizmet kurumları oluşturularak desteklenmelidir. Aksi takdirde daha kötü olayların giderek artması ne yazık ki kaçınılmaz görünmektedir.

AB 2009 Türkiye İlerleme Raporunun Sosyal Koruma Alanında Söyledikleri

12 Nisan 2010

Küresel düzeyde yaşanan ekonomik ve finans krizi sonrası Türkiye’de 2009 yılı ikinci yarısı itibariyle işsizlik oranı % 13,6’ya yükselmiştir.  Aynı dönemde gençler arasındaki işsizlik oranı 2009’un ikinci yarısında % 24,9’a yükselmiştir denilmektedir. Bu durumun yoksulluk riski taşıyan ve yoksulluk sınırı altında yaşayan insanlar üzerinde ne tür bir etki yaratığına bakacak olursak, 2009 İlerleme Raporuna göre;

“Yoksulluk riskiyle karşı karşıya olan nüfusun oranı oldukça yüksektir. Son yapılan yoksulluk araştırmasına (2007) göre, 2006 yılına kıyasla az oranda yükselmeyle, Türkiye nüfusunun % 18,56’sı, yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Kırsal kesimde yaşayanlar, şehirlerde yaşayanlara oranla daha fazla yoksulluk riski altındadır… yoksulluk çalışan kesimde de yüksektir.”denilmektedir.

Sadece sorun ülkemizde yoksulluğun AB üyesi ülkelerine göre yüksek olması değil, aynı zamanda sistemden kaynaklı olan yoksulluğun azaltılabilmesi için ülkede asıl olması gereken sosyal transferlerin yeterince bulunmaması sorunudur. Yine konuya ilişkin 2009 Türkiye İlerleme Raporunun belirttiğine göre;

 “Sosyal transferlerin yokluğu nedeniyle, çocuklar önemli ölçüde yoksulluk riski altındadır. Yoksulluğu ve sosyal içermeyi izlemek için oluşturulan ulusal mekanizmalar zayıftır. Ortak Sosyal Koruma ve İçerme Belgesinin (JIM) tamamlanmasına yönelik ilerleme kaydedilmemiştir. Bu konudaki çalışmalar erken aşamadadır.” şeklinde ifade edilmektedir.

Yoksulluğun önlenmesinde ve insanların yaşamlarının güvence altına alınmasında etkili olan sosyal koruma alanlarından, sosyal güvenlik alanında yeterli olunamadığı ve sosyal hizmet ve sosyal yardım alanlarında da istenilen düzeyde olunmadığına ilişkin 2009 İlerleme Raporunun durum saptamasında;

“Sosyal koruma konusunda ilerleme kaydedilmemiştir. Sosyal güvenlik koruması altında olan nüfus %80’in biraz altındadır ve bu oran düşme eğilimindedir. Sosyal koruma, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin etkin bir şekilde planlanması, koordinasyonu ve sağlanması bakımından hâlâ eksiklik bulunmaktadır. Bu durum, sıklıkla, söz konusu hizmet ve yardımların, objektif ve şeffaf kriterler olmaksızın keyfi biçimde sunulmasına neden olmaktadır.” ifadeleri yer almaktadır.

Sonuç olarak ülkemizde sosyal koruma alanında önemli eksikliklerin hala giderilemediği görülmektedir. Hak temeline dayalı sosyal koruma mekanizmalarının oluşturulması korunmaya ve bakıma muhtaç, çocuklar, özürlüler ve yaşlılar başta olmak üzere toplumun bütünü için önemli bir eksikliği ortadan kaldıracaktır.

Herkes Sosyal Hizmet Yapabilir mi?

29 Mart 2010

Özellikle 2001 ekonomik krizi sonrası ülkemizde sosyal riskleri önleme kapsamında yoksulluk sorunu ve buna bağlı toplumsal sorunlar üzerinde odaklanmaya başlanılmıştır. Bu dönemde toplumsal sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi için Dünya Bankası öncülüğünde sosyal riskleri önleme amacıyla  sosyal yardım ve sosyal hizmet uygulamaları başlatılmıştır.

Bu uygulamalar başlarken bu güne kadar göz ardı edilmiş olan nitelikli sosyal hizmet personeline olan ihtiyaçta kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Ülkemizde 1960'larda başlayan sosyal hizmet eğitimi 2002 yılında Başkent Üniversitesinde sosyal hizmetler bölümü açılıncaya kadar tek bölüm olarak varlığını sürdürmüş ve önemi yeterince anlaşılamamıştır. Her hizmet alanında olduğu gibi sosyal hizmetlerde de etkinlik ve verimliliği sağlayabilmenin en önemli yollarından birisi nitelikli personel gereksiniminin karşılanabilmesidir. Oysa, ülkemiz neo-liberal uygulamalara dayalı artan sosyal risklere karşı büyük ölçüde hazırlıksız yakalanmıştır. Örneğin; 1960'lardan günümüze ülkemizde toplam 4.000 kadar sosyal hizmet uzmanı mezun  olmuşken, 9 milyon nüfusa sahip İsveç'te 20.000 kadar sosyal hizmet uzmanı bulunmaktadır.  İsveç'ten daha fazla nüfusa sahip olan 12 milyonluk İstanbul da bugün toplam 300 kadar sosyal hizmet uzmanı sosyal sorunlarla ilgilenmektedir. Bu durumda ülkemizin sosyal hizmet alanındaki gelişmemişliğinin bir başka boyutunu göstermektedir.


2001 ekonomik krizi sonrası meslek elemanlarına olan ihtiyacın hat safhada artması, bu alanda yeni bölümlerin açılmasına yol açmıştır. Bugün on kadar üniversitede sosyal hizmet bölümü bulunmaktadır. Bu durum olumlu bir gelişme olmakla birlikte sosyal hizmet alanında yetişmiş akademik  personelin yetersizliği de bir başka sorun alanını oluşturmaktadır. Meslek elemanı yetersizliğinin yanında  akademisyen açığı da sosyal hizmetler alanında konuya uzaktan yakından ilgi duyan birçok farklı disiplindeki kişilerin bu alanda bilirkişi ve meslek elemanı rolü oynamasına yol açmıştır. Bu ilginç durum sosyal sorunlara yaklaşımda uygulama garipliklerini de beraberinde getirmiştir. Herkesin sosyal inceleme raporu yazma hevesi çocuk, yaşlı, aile ve diğer sosyal sorunlara ilişkin garip sosyal hizmet yaklaşımlarının ortaya çıkmasına  yol açmıştır.


Yaşanan garipliklerden birisi de bu alanda eğitim almamış insanların sosyal hizmet alanında fakülte eğitimi alan insanlardan daha fazla her şeyi bildikleri yönündeki tavır ve davranışlarıdır. Uydurma ve kulaktan dolma sosyal hizmet yaklaşımlarını savunan bu insanların sosyal hizmete gereksinim duyan müracaatçı kesime farkında olmadan vermiş oldukları ihmal ve istismarın boyutları ise araştırılması gereken bir başka sorun alanını oluşturmaktadır.

Örneğin; alana ilişkin hiçbir eğitim almadan bu işi yapmaya hevesli kişilerin denetimi nasıl sağlanacak? Günümüz dünyasında ben yaptım güzel oldu yaklaşımı gerçekçi olabilir mi? Kişiyle, grupla ve aile ile çalışma  konusunda hiçbir alt yapısı olmayan insanların bu işi yapması ne kadar verimli ve sağlıklı olabilir?

Bu durumdan vazife çıkaran bazı kişiler ise madem meslek elemanı yetersiz o zaman hiçbir şey yapmayalı mı diyorsunuz demektedirler. Sosyal hizmet uzmanları tabii ki hiç bir şey yapmayalım demiyorlar. Ancak,  sağlıksız ve işi bilmeyenlere bu işi yaptırmayı da onaylamaları ahlaki olarak onlardan beklenmemelidir.  Hiçbir altyapısı olmayan insanların doğrudan bu alanda çalışması sosyal hizmete gereksinim duyan insanlara özellikle de korunmaya muhtaç çocuklara ve ailelere zarar verebilir. Çünkü çocuk ve aile hakkında verilebilecek  yanlış bir karar bir  yaşamın yok olmasına yada ailenin parçalanmasına yol açabilir.

Burada sosyal hizmete ilişkin unutulmaması gereken nokta ise; sosyal hizmet herkesin yapabileceği ya da sadece üniversitede kitaplar üzerinden öğrenilen bir bilim ve meslek değildir. Bilimsel bilgi ve becerinin yanında alanda uzmanlaşmış meslek elemanlarından usta çırak ilişkisine dayalı olarak öğrenilen uygulamalı bir meslek olduğu unutulmamalıdır.

Yoksulluk, Çocuk ve Eğitim

15 Mart 2010

Gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere bütün dünyada yoksulluk sorunu giderek yaygınlaşmaktadır. Örneğin; Ülkemizde kayıt dışı çalışan ve herhangi bir sosyal güvencesi bulunmayanların oranı toplam çalışanların yaklaşık % 40 civarındadır. Bu orana çalışamayacak durumda olanlar ve asgari ücret geliri olan ancak gıda ve gıda dışı harcamalar endeksine göre yoksul sınıfında yer alan çalışanları da kattığımızda yoksulluğun boyutları daha iyi anlaşılacaktır.  Ancak yoksulluk içerisinde olan gruplardan en önemlisi beklide çocuk yoksulluğudur. Çünkü çocuklar korunmaya ve bakıma muhtaç oldukları kadar toplumlarında geleceği aynı zamanda istikbalidir.

Ülkemizdeki çocuk yoksulluğunu diğer ülkelerle kıyaslayacak olursak, OECD ülkeleri arasında maalesef ilk sırada yer aldığımızı görürüz. Türkiye’de yoksul çocukların oranı % 24,6 iken, OCED ülkelerinde bu oranın %12,4’dir. 2000 yılı nüfus sayımı verilerimize göre nüfusun % 38,34’ü yani 25.993.118 kişisi 18 yaşın altında yer alan çocuklardan oluşmaktadır. 2008 verilerine bakıldığında toplumun %38’ini oluşturan çocuklar için eğitim dışı yapılan (GSYH) harcamaların oranı %1.075 gibi bir oranla sınırlı kalmaktadır. Bu oran toplumun en önemli kesimi dediğimiz, geleceğimiz olan çocuklarımıza verdiğimiz öneminde  bir göstergesi aynı zamanda..

Ülkemizde sıklıkla basına yansıyan yoksulluk sorununu ve dolayısıyla yoksul çocuklar sorununu çözebilmemizin tek yolu beklide gelir dağılımı dengesizliğinin giderilebilmesidir. Ayrıca GSYH’ dan çocuklara ayrılan payın artırılması gerekmektedir. Sorunlarımız karşısında gerçekçi ve kalıcı çözüm önerileri geliştiremediğimiz sürece kısa süreli günlük önlemlerle yoksulluğun ve çocuk yoksulluğunun önlenmesi ülkemiz açısından maalesef pek gerçekçi gözükmüyor.

Bu konuda diğer önemli bir sorunda zorunlu temel eğitimi bitiren öğrencilerin yarıya yakınının büyük ölçüde yoksulluk nedeniyle öğrenimini bırakmasıdır. (bu durum 2009 AB Türkiye İlerleme Raporunda da yer almaktadır.) “Ortaöğrenime devam etme konusunda, kayıt olma oranı ilkokulda % 96,5 iken ortaokulda % 58,5’e düşmektedir” Yani toplumun geleceği olan çocukların yarısı lise eğitimine başlamadan bırakıyor. Bunun anlamı gelecek onlu yıllarda eğitim düzeyi düşük bir toplum, diğer bir ifade ile nitelikli insan gücü yeterince gelişmemiş bir toplum olabiliriz demek değil mi? Bu da dünya devletleri arasındaki rekabet ve gelişme yarışında biz yokuz gibi bir sonuç anlamına gelmez mi?

Sonuç olarak; Yoksulluğun yüksek olduğu bir ülkede özellikle eğitimin lise sonuna kadar zorunlu hale getirilmesi toplumun geleceği açısından önemli olabilir.  Yoksulluğun devamı eğitimsizlikle kısırdöngü oluşturduğuna göre bu döngünün kırılmasının yolu çocuklardan ve eğitimden geçmektedir. Aksi takdirde yine yoksulluk ve sosyal sorunlar yumağının ortasında kısır döngüyü sürdüren bir toplum olmaz mıyız?

Mevcut Sosyal Yardım ve Sosyal Hizmet Politikalarının Çıkmazı

01 Mart 2010

Geçen haftaki yazımda an gelir herkese sosyal devlet gerekli olabilir demiştim. Bırakalım ülkemizi bütün dünya da yaşayan insanlar için sosyal devlet dolayısıyla sosyal yardım ve sosyal hizmet vazgeçilmez olmalıdır. Oysa bırakın sosyal devleti, insanlık birbirinden çalmaya ya da yok etmeye bütün hızıyla devam ediyor. Birilerine zulüm yapıyorsak ve bir gün bu zulmün kapımızı çalmayacağını sanıyorsak yine zulüm yapıyoruz demektir. Doğa bile kendisine karşı yapılanları sel, deprem, orman yangınları, aşırı kuraklık vb. şekilde gerisin geri iade etmiyor mu?

İnsanlık tarihinin her sayfası acılarla dolu ancak, insanlığın günümüzde ulaştığı teknolojik ve bilimsel ilerleme bütün sosyal ve ekonomik sorunları çözümlemekten uzak gözükse de, bu kadar yoksulluğun ve açlığın oluşmasını önleyebilecek bir durumdadır. Ancak, sorun insanın aç gözlülüğü ve sahip olma arzusunu frenleyememesi ya da insanın sosyal ve ekonomik sorunlar karşısında kendisini güvenceye alma konusunda aşırıya kaçması olarak algılanabilir mi?

Bir tarafta çılgınlık düzeyine ulaşmış lüks bir yaşamın varlığı diğer tarafta ise korkunç yaşam dramları. Benzer süreci bütün dünya ülkelerinde az ya da çok gözlemlemek mümkün. Örneğin, son bir hafta içinde sadece ülkemizde gazetelere yansıyan iki haber; birisi borcunu ödeyemediği için borcuna karşılık kızını vermesi için tehdit edilen bir baba, diğeri ise 61 yaşında kör ve bedensel özürlü sandalyeye mahkûm bir yaşlının (hem de zorunlu ihtiyaç olan su) 45 TL. borcunu ödeyemediği için 6 ay hapis ile 990TL. para cezasına çarptırılması ve cezanın 4 gün hapis olarak uygulanması.

Temelinde yoksulluk olan her iki vaka için de ne söylenilebilir? Canınız ne isterse onu söylemekte, haklı ya da haksız görmekte özgürsünüz. Ancak, trajik komik olan AB adayı olduğunu iddia eden bir ülkede, bu tür olayların yaşanmasıdır.

Sizce de bu ülkede sosyal sorunları çözme noktasında sosyal hizmet ve sosyal yardım politikalarının yeniden yapılandırılması gerekmiyor mu? Ayrıca, GSYH’ dan sosyal hizmet ve sosyal yardımlara aynı zamanda eğitime ayrılan payın artırılması zorunluluk arz etmiyor mu? Bu alanlarda AB ülkeleri ile durumumuzu kıyasladığımızda durumumuzun çok da iyi olmadığı görülecektir. Örneğin, ülkemizin 2009 yılında GSYH’ dan (sosyal yardım, sosyal güvenlik, sosyal hizmetler, sağlık gibi) yaptığı  sosyal koruma harcamaları % 13’iken, aynı dönemde AB’nin 27 ülkesinin sosyal harcama ortalaması %26’dır. Ayrıca Eurostat 2005 verilerine göre Türkiye’deki sosyal yardımlar yoksulluğu düşürmekte etkili değildir. Peki, insanımıza değer vermez, çocuklarımızı iyi bir şekilde eğitmezsek, toplumun ve bizlerin geleceğini daha iyiye nasıl götürebiliriz.

Sonuç olarak, Dünya’da birileri aç yatarken birilerinin tok gezmesi dinimize göre de günah değil mi?  Bir yerde yoksulluk yüzünden çocuğunu satması için zorlanan bir baba, diğer tarafta 61 yaşındaki özürlünün 45 TL ödeyemediği için çarptırıldığı 990 TL. ceza. Lütfen bir an düşünün ne söylenilebilir ki?

Bir An Gelir Her Şey Değişip; Yoksulluk ve Çaresizlik Bizi Yakalarsa

22 Şubat 2010
Bir an gelir yoksulluk ve çaresizlik bizi yakalarsa; sosyal devlet ve sosyal hizmetler tek umudumuz olabilir. Onun için siz siz olun sosyal devleti liberal duygularınıza feda etmeyin. Çünkü bir gün herkese sosyal devlet gerekebilir. Günün modası her şeyi özelleştirmek, neredeyse hepimiz bazen hiç düşünmeden, her şey aynı kalacak zannederek bu senfonide koro halinde yer alıyoruz. Ancak bir sabah işsiz kalabilir, ölerek arkamızda çaresiz yakınlarımızı bırakabilir, sakat kalabilir, kaza geçirebilir ya da iflas edebiliriz. Bu tür olumsuzluklarla umarım hiçbirimiz karşılaşmayız ama her şey ne yazı ki bizler için ve her gün kim bilir kaçımız bu olumsuzluklarla yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Bu sorunların başımıza gelmesini hiçbirimiz istemeyiz; ancak bu gibi durumlarla karşılaştığımızda, sosyal devletin ve sosyal hizmetin herkes için eşit ve kolay ulaşılabilir olması bizi tekrar hayata bağlayabilir.

Yukarıdaki açıklamalarıma gerekçe olan benzer bir durumla Cuma günü sabaha doğru gelen bir telefon sonrasında, yaşadıklarımla birebir şahit oldum. Gecenin dördünde gelen telefon yakından tanıdığım birisinin vefat ettiğini söylüyordu. Gece üçte kalp krizi geçirmiş ve hastaneye bile yetiştirilemeden 42 yaşında vefat etmişti. Cuma sabahı saat altıda Anadolu yakansındaki evine ilk kez bu vesile ile ulaştığımda, çaresizlik, yoksulluk ve acı hepsi iç içe geçmişti. Anne sabahın beşinde üç yaşındaki çocuğunu kucağına almış ve ağıtlar yakarak ağlıyordu. Ölen merhum evine yakın bir yerde aşçılık yaparak ailesini geçindirmeye çalışıyor, anne ise ev hanımı olarak birisi 12 diğeri ise 3 yaşındaki çocuklarına bakıyordu. Ancak ailenin her şeyi 19.02.2010 tarihinde gece yarısı üçte değişmişti. Baba vefat edince ailenin az ya da çok tek gelir kaynağı ortadan kalkmıştı. Emeklilik gün sayısı ve primi ödemeleri yeterli olmadığı için muhtemelen emekli geliri de olmayacaktı. Bir kadın ve iki çocuk ekonomik olarak hiçbir gelirleri olmadan çaresiz ve yapayalnız kışın ortasında kalmışlardı.

Yakınlarının ekonomik durumları da çok farklı olmadığı için yardımcı olabilecek hiç kimseleri yoktu. İşte bu noktada sormak lazım kadın kendisine bir iş mi arayacak? İş arasa bile bu işsizlikte kim iş verecek? Verse bile 3 yaşında ve 12 yaşındaki çocuklara kim bakacak? Ücretsiz mahalle kreşleri var mı? Keşke olsa; ne yazık ki yok. Devlet olanları da ya sattı ya da kapattı. Çalışsa alacağı para bir çocuğunun kreş parası değil, çalışmasa evde açlar? Bu vakada çekirdek aile parçalanmış, ölen merhum nihayet kapitalizmin elinden kurtulmuş ve yoksullukla dolu hayatı noktalanmıştı. Ancak geride bıraktığı ailesi için eskisinden daha beter bir yoksulluk ve çaresizlik savaşı yeni başlıyordu.

Bu durum gelişmiş batı ülkelerinde özellikle İskandinav ülkelerinde olsa, sosyal devlet ve sosyal hizmet uygulamaları aileyi korumaya alır ve çocuklar topluma rahatlıkla kazandırılırdı. Bizim insanımız insanca ve hakça bir yaşamı hak etmiyor mu? Bu aileyi toplum olarak bu noktada nasıl koruyabiliriz? Bu çocuklarımızı topluma kazandırmak için aileye sosyal hizmet müdahalesinde bulunabilsek güzel olmaz mıydı? Çocukların sağlıklı olarak büyümeleri ve eğitimleri için sadaka kültürü dışında devlet desteği ile sosyal hizmet sağlayabilsek ne kaybederiz? Aksine hepimiz kazanmaz mıyız?

Ülkemizdeki mevcut sosyal hizmetler bu gibi durumlarda çocuk başına bir miktar aylık ödemesi yapabiliyor ya da çocukları koruma altına alabiliyor. Bu durum hiç yoktan iyidir denilebilir ancak kesinlikle yeterli değil. Çünkü verilen para miktarı ile iki çocuğa bir annenin bakabilmesi pek de mümkün gözükmüyor. Bir yerlerden kömür, bir yerlerden gıda yardımları dilenerek, kaymakamlık, belediye ve hayır kurumları gezerek ve bu insanların onurlarını kırarak yapılan yardımlarla mı büyümeli bu çocuklar? Bu tür yardımlar insanları toplumdan dışlamak ve ötekileştirmek anlamına gelmiyor mu?

İnsan onuruna ve ahlakına yakışan temel insan hakları kapsamında bu insanlar devletten gerekli desteği almayı hak etmiyor mu? Sadaka kültürüyle nereye kadar? Kişilerin inisiyatiflerine ve sadece vicdani durumlarına bağlı olarak yapılan yardımlarla bu durumdaki aileleri ve çocukları koruyabilir miyiz? Peki, yarın bizlerin aynı duruma hatta daha kötü duruma düşmeyeceğimizin garantisi var mı? Düşmesek bile sosyal devleti ve sosyal hizmeti zorda kalan insanlarımız hak etmiyor mu?

Artık Geleceğimize Güvenle Bakabiliriz Çünkü Bütün Çocuk Sorunlarını Çözdük

18 Ocak 2010

Bütün Türkiye sokakta dövülerek,  Haliç köprüsünde ölüme terk edilen beş yaşındaki çocuğun dramını yoğun olarak hisseti. Herkesin her şeyi bildiği güzel ülkemiz insanları, uzaydan yeni gelmiş bu sorun karşısında hayrete düştü ve gece gündüz düşünerek sorunun çözümünü buldu. Mendil satan çocuklara para verilmeyecek ve bu ciddi sorun böylece çözmüş olacak. Sorunu çözmenin rahatlığıyla artık vicdanlarımız rahat olarak uyuyabiliriz.

Çocuklarını dilendirerek geçinen aileler inadına sermayeyi artırmak için çocuk sayısını sekiz ya da ona çıkarmaya çalışırken, ömrünü çalışmakla geçiren kesimde bir ya da iki çocuğa sahip olabilmek için gece gündüz çalışmaya devam etmektedir.  Ülkemizin nüfusunun azalmaması için çocuk politikasında dev adımlar atarak kreş hizmetlerinde özelleştirmeler yaptık. Artık bir çocuğun kreş ücreti 600 ile 1000 TL. civarında çok ucuz olup, bütün çalışanlar çocuklarına gönül rahatlığıyla baktırabilmektedir, demek isterdim ancak üzgünüm. Çocukları için kreş hizmeti satın almak zorunda kalan, çalışan sınıf iki ya da üç çocuğa sahip olmak isterse, aldığı maaşın dışında birkaç iş daha bulup gece gündüz çalışması halinde mutlu olabilir.. Not; Okul dönemi masrafları ise canınız sıkılmasın diye kapsam dışı bırakılmıştır.  Bu da ülkem insanı ve bizlerin yeni bir mucizesi olarak tarihteki yerini alacaktır.

Dilenenlere para vermeyi suç ilan ederek, kreş ve gündüz bakımevi hizmetlerini de özelleştirerek çocuk politikasına yönelik bütün sorunları hallettik!....

İşin şakası bir yana, ağlanacak haldeyiz. Çocuklarımıza yönelik politikalarımız yok denecek kadar az. Yasalar, uluslararası antlaşmalar ve bir sürü prosedür olmasına rağmen, uygulamada hemen hemen hiçbir şey yok gibi. Ailelere temel gelir desteği var mı? Çocuk sahibi çalışan kesim için ücretsiz ya da düşük ücretli belediye ya da kamuya ait kreşler var mı? Yok, çünkü bu iş devletin işi değil!  Haksızlık etmeyelim, çalışan kesime çocuk yardımı yapmaktayız ve bu parayla da aileler istediği özel kreşten hizmet satın alabilmektedir, demek isterdim ama üzgünüm çünkü çocuk parası 30 TL. civarında oldukça düşük bir meblağ.

Toplumun devamlılığını sürdürecek olan çocuklarımızın yetiştirilmesinden hepimiz sorumlu değil miyiz? Belediyeler nerde? Peki, bu çocuklar nasıl yetiştirilecek? Mevcut ekonomik ve sosyal sorunlar eğitimli orta sınıfın çocuk sahibi olmasını önler niteliktedir. Çocuk sahibi olan kesimse, daha çok kırsal kökenli, eğitimsiz kitle değil mi?  Bu durum sokaklar da dilenen, madde kullanan, çeteleşen, şiddet üreten, eğitim olanaklarından ve devlet desteğinden yoksun büyük bir kitlenin ortaya çıkmasına neden olmuyor mu?

Sokakta dilenen ya da mendil satan çocuklara para vermek doğru değil ancak sorunun çözümü bu kadar kolay olabilir mi?  Ailelere yönelik gerekli sosyal hizmet politika ve uygulamaları geliştirilmediği sürece çocukların farklı alanlarda ihmal ve istismarı artarak devam etmeyecek mi?  Para vermeyince sorun bitiyor mu, asıl alınması gereken önlemler nerede?

Çocuklara ve ailelerine yönelik sosyal hizmet politika ve uygulamalarının oluşturulması ve acil olarak uygulanması gerekmektedir. Aşırı çocuk sahibi olan ve çocukları meta olarak kullanan ailelerin eğitilmesi ve aile planlanmasına tabi tutulması sağlanırken, diğer taraftan orta sınıfın çocuk sahibi olabilmesi için gerekli sosyal hizmet politika ve uygulamalarıyla teşvik edilmesi sağlanmalıdır.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Ekonomik Krizin Sessiz Mağdurları

11 Ocak 2010

Ekonomik krizin sosyal yansımalarını her yaş grubunda farklı şekillerde gözlemleyebilmek mümkün dür. Ancak özellikle çocukların, yaşlıların ve özürlülerin, bu durumdan daha fazla etkilendiği söylenilebilir. Bakıma ve yardıma muhtaç olan bu insanların, ekonomik krizden doğrudan etkilendiği ve yaşam standartlarında önemli kırılganlıkların ortaya çıktığı görülmektedir.

Böyle dönemlerde sokakta yaşayan ya da çalıştırılmak zorunda kalan, yaşlı, özürlü ve çocuk sayısında önemli artışlar yaşanabilmektedir. İhmal ve istismara uğrayabilme riski yüksek olan bu kesimler, sadece fiziksel olarak değil ekonomik olarakta istismara maruz kalabilmektedirler.

Ekonomik olarak durumu kötüleşen kişi ya da aileler kendi ailelerindeki ya da yakınlarındaki yaşlıların maaşlarına ya da mal varlıklarına zorla el koyma yoluna gidebilmektedirler. Örneğin huzurevinde kalan yaşlıların yakınları emekli maaşı olan yaşlıların üzerinden kredi çekme yoluna gidebilmekte, bu durumda yaşlıların huzurevi ücretini bile ödeyemez hale gelmelerine yol açabilmektedir. Yaşlının yalnız başına ya da aile içinde yaşamaya zorunlu olduğu durumlarda ise yaşlının taşınır ve taşınmaz mallarına zorla sahip olma yönünde yasal sınırlar zorlanabilmektedir.

Bedensel ya da zihinsel engeliler içinde benzer durumların söz konusu olduğu söylenilebilir. Bedensel ya da zihinsel engelli kişilerin herhangi bir geliri yoksa sokağa terk edilmeleri veya kötü muameleye maruz kalabilmeleri sosyal ve ekonomik kriz dönemlerinin aile içi dinamiklere olumsuz yansımalarının bir sonucu olarak da karşımıza çıkabilmektedir.

Yine çocuklarda ekonomik krizin sesiz mağdurlarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ailelerin ekonomik ve sosyal yapılarında yaşanan olumsuzluklar çocukların bedensel ve zihinsel gelişimlerini de olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Bu dönemlerde sokakta çalışmaya ya da yaşamaya zorlanılan, eğitim olanaklarından yoksun bırakılan çocuk sayıları da artabilmektedir. Ayrıca çocuklar bir meta gibi para karşılığı başkalarına da satılabilmektedir.

Yaşanan bu sosyal ve ekonomik kriz döneminde sosyal hizmetlere yani SHÇEK önemli görevler düşmektedir. Yine yerel yönetimlerin sosyal sorunların çözümünde önemli görev ve sorumlulukları olduğuda göz ardı edilmemelidir.  Yeni moda olarak gönüllü katkı ve katılımlarıyla yoksulluk sorunlarının çözülebileceği ve devletin sosyal sorumluluklarından uzaklaştırılması gerektiği yaklaşımı yaşanan son ekonomik krizle bütün dünyada iflas etmiştir.

Sonuç olarak, sosyal ve ekonomik sorunlardan en fazla etkilenen grupların mağduriyetlerinin giderilebilmesi ve toplumsal huzurun sağlanabilmesi için gelir dengesizliğinin ve işsizliğin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Akis takdirde ikincil çözümler sosyal sorunları çözümlemek yerine sadece gözden uzak tutar ve büyüyen bir tehlikeyi beslemekten öteye geçemeyebilir.

Fark Edebilirsek, Her Şey Elimizdedir

04 Ocak 2010

Bireysel ve toplumsal bilinç düzeylerimizin düşüklüğü, açlığın, yoksulluğun, eğitimsizliğin, savaşların, eşitsizliklerin ve paylaşım sorunlarının temeli olabilir mi?
  
İnsanların önemli bir kısmı eğitimsiz ve açken, çocuklar yetersiz sağlık ve eğitim olanaklarına sahipken, diğer tarafta bir çocuğun eğitimine harcanan para ile onlarca çocuğun okuması söz konusuyken ülke ya da dünya barışının sağlanması mümkün olabilir mi?

Çok farklı sosyal ve ekonomik koşullarda büyüme olanaklarına sahip olan çocukları benzer ortak paydalar da buluşturmak mümkün müdür? Toplumların ve insanların olayları algılayışları kendi iç gerçekliliklerine göre faklılaşabilmektedir. Dünyada yedi milyar insan varsa, yedi milyar farklı dünya var demektir. Önemli olan insanları tek tipleştirmeden, farklılıklarını koruyarak, bilinç düzeylerini ve algılayışlarını yükselmelerine yardımcı olmak, barışı, paylaşımı ve huzuru getirebilmelerine katkıda bulunabilmektir. Dünyada var olan sosyal sorunların temelinde bizlerin bencilliği, ilkelliği ve açgözlülüğü yok mudur? Çocuklarımızı yetiştirirken paylaşımı, işbirliğini, güveni, ahlaki değerleri etkin kılmak yerine benim çocuğum, benim banka hesabım, benim mal varlığım, benim ve benim diyerek haksızlıklara, yolsuzluklara, savaşlara ve cehennem gibi bir dünya ya katkıda bulunmuyor muyuz?

2010 yılı itibariyle dünyanın bilimsel bilgisi ve teknolojisi sosyal sorunları çözmek ve barışı sağlamak noktasında büyük ölçüde yeterli olanaklara sahiptir. Ancak buradaki temel sorun imkanların yetersizliğinden öte güçlülerin diğerleri üzerinde hakimiyet kurma ve güç savaşları yoluyla dünyayı kendi bencillikleri için kullanma sorunudur. Bütün bu yaşananlar ölümlü olan bizlerin, dünyayı cehenneme çevirme ve ilkel bir ego batağında yaşama ibreti değilse nedir? Dünyadaki temel sorun insanlığın ilkel yaşam formunda direnmeye çalışmasından başka bir şey değildir.

Bütün dinler kardeşlikten, sevgiden ve paylaşımdan bahsetmektedir. İnsanlık kendi seçimini yapmakta serbesttir ve kaderi kendi elindedir. Ne ekerse onu biçmektedir. Yaşadığımız mutluluğu ve başarıyı kendimize mal ederken, yaşadığımız bütün olumsuzluk ve kötülükleri başkalarına mal etmemiz ikiyüzlülük değilse nedir? Sokakta aç kalan her canlı, dünyada aç kalan her çocuk, savaşta ölen ya da tecavüze uğrayan her kadın, açlık ve yoksulluk nedeniyle vücudunu satan her kadın, yanan her orman, kirlenen her doğal kaynak ister kabul edelim ister etmeyelim az ya da çok bizlerden kaynaklanmıyor mu? Adaleti, huzuru ve barışı sağlamanın yolu, kendimize göre hukuk, kendimize göre adalet, bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı olabilir mi?

Barışı ve huzuru var edebilmenin yolu mutlu çocukları yetiştirebilmekten geçmektedir. Bunun yolu da eşitlik, adalet ve hukuktan geçmektedir. Çok geç olmadan en azından bireysel olarak olumluya ve güzele kendi imkanlarımızla katkı verebilmeliyiz. Sevgi ve adalet paylaşıldıkça çoğalır. Unutmayalım ki çocuklarımızın ve dünyanın geleceği ellerimizde, çok geç olmadan nice umut ve huzur dolu yıllara…

Yoksulluk ve Çocuk

21 Aralık 2009

Bir toplumda adaleti, barışı ve huzuru sağlayabilmenin en önemli unsurlarından birisi hiç şüphesiz yoksulluğu ortadan kaldırabilmektir.  Yoksulluk ve gelir dağılımı bozukluğu var olduğu sürece bir ülkede huzuru, barışı ve demokrasiyi sağlayabilmek hayalden öteye bir anlam taşımaz. Gelir dağılımı ve yoksulluk oranlarındaki hızlı artışlar demokrasinin, barışın ve huzurun önündeki en önemli engellerdir.

Hiç şüphe yok ki bu ülkede yaşayan herkes barışı, kardeşliği ve demokrasiyi istiyor. Ancak bunu sağlayabilmenin yolu, insanların özelliklede geleceğin sahibi olan çocukların sağlık, beslenme, barınma ve eğitim gereksinmelerin karşılanabilmesinden geçmektedir. Gelecekteki sosyal ve ekonomik sorunların önlenebilmesinin yolu çocuk yoksulluğunun ortadan kaldırılabilmesine bağlıdır.

Yoksulluk ve gelir dağılımı bozukluğu, insanların beden ve ruh sağlıklarını olumsuz yönde etkileyebilmekte, bunun sonucu olarak ta, suç işleme, hapishanelerdeki siyasi ya da diğer suçluların sayısını hızla artırabilmektedir. İki yıldan az ceza alanların ya da karşılıksız çek ve senet verenlerin cezalarının ertelenmesi hapishanelerin doluluk oranlarını önleyememektedir. Genel af çıkarılsa bile bir yıl sonra sayı iki katı oranında artabilir. Koalisyon hükümeti döneminde çıkarılan af sonrası yaşananlar kamu vicdanını olumsuz yönde etkilemiş, afla çıkanların önemli bir kısmı suçsuz insanların daha fazla canını yaktıktan sonra tekrar hapishaneye geri dönmek zorunda kalmışlardır.

Sosyal sorunları ve terörü önlemenin yolu öncelikle ekonomiden ve eğitimden geçmektedir. Sokakta polise taş atan çocukların ailelerinin ekonomik durumları incelenecek olursa büyük çoğunluğunun yoksulluk sınırının altında yaşadığı görülecektir. Bir toplumda yoksul ve kaybedecek bir şeyi olmayan insan sayısının artması toplumsal yapı açısından da en önemli tehlikedir. Toplumsal sürdürülebilirliği sağlamanın yolu eğitimden, açlığı ve yoksulluğu önlemekten geçmektedir.

Ülkemizde ekonomik sorunların, işsizliğin ve yoksulluğun TUİK rakamlarıyla da artığı bir ortamda barışı sağlamak çok kolay olmasa gerek. Hangi sosyal yardım ve sosyal hizmet programını uygularsanız uygulayın yoksul aileleri ve yoksul çocukları artıran bir yapı köklü bir değişime uğramadığı ve gelir dağılımı sağlanamadığı sürece huzuru, barışı ve demokrasiyi oluşturmak hayalden öteye gidemeyebilir.

Özellikle gençler arasında eğitimsizliğin ve işsizliğin artması, geleceğe kaygı duyan bir neslin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Terörün, kapkaçın, hırsızlığın, yolsuzluğun, eğitimsizliğin vb nedeni yoksulluk ve gelir dağılımı bozukluğundan kaynaklanabilmektedir. Oysa bu gün ülkemizde herkes sorunların çözümü için demokratikleşme ve Anayasa değişikliklerinden bahsetmektedir. Oysa ekonomi ve gelir dağılımından çok fazla bahseden yok gibi. Her ne yapılırsa yapılsın yoksulluğu, işsizliği ve eğitimsizliği önleyemediğimiz sürece, terör biçim değiştirerek farklı şekillerde varlığını devam ettirir.

Barışı, huzuru ve demokrasiyi var edebilmenin yolu ailelere ve çocuklarına geleceğe umutla bakabilme imkânlarının sağlanabilmesidir. Aksi takdirde sosyal sorunlar şiddetini artırarak devam edebilir. Eğitim alamayan, yoksul, işsiz ve depresyonda olan bir gençlik şiddet ve terörden başka ne üretebilir ki?  Eşitliği, barışı ve demokrasiyi; açlığı, yoksulluğu ve eğitimsizliği ortadan kaldırmadan sağlamak mucize yaratmakla eş anlamlı olabilir. Umarım bu ülke kolaycı yoldan mucizeler yaratabilir, aksi takdirde sosyal sorunlar her gün yeniden yaşanmaya  devam eder ki bu da kendimizi kandırmaktan ileriyi gitmeyen bir kısır döngü içinde geleceğimizi heba etmekten başka bir anlam taşımayabilir.

Umutsuzluk Salgını

14 Aralık 2009

Çevremde kiminle konuşsam, hangi haber programını izlesem, bir kaygı ve korku egemenliği hakim. Herkesin ağzında aynı cümle, “biz neysek ama ya çocuklarımız”. Geleceğe duyulan korkunç bir umutsuzluk söz konusu. Korku ve şiddetin akla gelebilen her türü, her gün defalarca yaşanmakta, yaşamın bize sağladığı güzellikler ortadan kaybolmuş, yaşam korku, şiddet, cinayet, etnik çatışma, açlık, savaş ve umutsuzluklar üzerine kurgulanır hale gelmiştir.

Basın ve yayın organları şiddet içerikli haberleri sunmak için birbirleriyle yarış içerisinde amansızca mücadele ederken, hiç mi iyi bir şey olmuyor demek geliyor insanın aklına. Doğayla, hayvanlarla ve diğer canlılarla olan ilişkilerimiz, sadece sahip olma ve tüketme üzerine kurgulanmış ve yaşamın her alanında, insanın kendisi de dâhil olmak üzere metalaşmış durumda. Gökyüzündeki yıldızları, berrak bir havada dolunayı görmek, rüzgârın sesini dinlemek, çiçeklerin ya da ağaçların güzelliklerini görmek çoktan unutulmuş durumda.

Yaşamın kontrolü bilgisayar, görsel yayın ve sahip olma güdüsü üzerine kurgulanmış, en çok izlenen çizgi film ya da aile dizileri bile şiddet içeriği yüksek değilse, reyting alamaz hale gelmiştir. Aldatma, ihanet, çalma, öldürme, yok etme vb. duyguları yoğunlukla veren filmler izlenme rekorları kırarken, belgeseller, kültür ve sanat eserlerinin varlığı nerdeyse yok denilebilecek kadar azdır.

Bütün bu yaşananlar, insanları mutsuz, umutsuz ve depresif hale getirmeye fazlasıyla yetiyor. Her yerde bir korku imparatorluğu hakim. Okulda, sokakta, evde, işte vb. her yerde şiddet ve umutsuzluk salgını kol geziyor.
İnsanlar yaşamda farklı renklerin ve farklılıkların olabileceğini aklına bile getiremiyor. Korku ve şiddete dayalı bir bilgi kirliliği bütün dünyayı ele geçirmiş durumda. Çocuklar izledikleri çizgi filmlerdeki şiddeti arkadaşlarına uygularken, büyükler de çocuklara, bu konuda fazlasıyla örnek olmayı ihmal etmiyor.

Yaşam bu kadar basit ve bu kadar ucuz olabilir mi? Sevgi, paylaşım, merhamet, adalet, sanat, kültür neden yokmuş gibi davranılıyor? Çocuklara sevgiyi, paylaşımı, insani değerleri öğretmek neden istenmiyor?  Hemen hemen bütün yazılı ve görsel medya neden hep şiddeti elbirliği ile ekranlara getiriyor? Kötülüğün yanında iyiliklerin de var olabileceği ve her zaman iyiliğin doğru olduğu inancı neden yok edilmeye çalışılıyor?

Gerekçeler ne olursa olsun insanoğlu çocuklarını ve geleceğini inşa ederken sevgiyi ve insani değerleri ön plana çıkarmalıdır. Unutulmamalıdır ki herkes ektiğini biçer ve ilahi adalet mutlaka galip gelir. Hepimiz yaptığımızla mutlak şekilde karşılaşırız. Her şeye rağmen, bizlerin ve çocuklarımızın yaşamlarında sevgiyi, umudu ve paylaşımı etkin kılabilmemiz dileğiyle.

İnsani Değerlerden Kopuş Ancak Nereye Kadar?

07 Aralık 2009

Bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, insani değerler açısından da benzer sonuçları getirmiş midir? Ya da günümüz dünyasında yaşıyor olmak, bizleri insani değerler açısından da daha gelişmiş ve daha uygar kılabiliyor mu? Bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkün olabilir. Ancak bu konularda net bir cevap verebilmek çok fazla mümkün değildir.

Teknolojik ve bilimsel olarak ilerlemelerin olduğu şüphe götürmez bir gerçek. (Örneğin uzay teknolojisi, genetik ve nano teknolojisi, haberleşme, ulaşım vb.) Ancak insanlık hala acımasızca birbirini öldürüyor. Küçük çocuklara, kadınlara, yaşlılara, yoksullara vb. gruplara yönelik göreceli bir iyileşme söz konusu olmasına rağmen sayılarında azalma yerine artışın olduğu bir dünya düzeni. Kadın ve çocuğa yönelik her türlü ihmal ve istismar vakaları hızla artıyor. İnsanların çoğunluğu bulaşıcı hastalık, sağlıklı besin ve su kaynaklarından yoksun olarak yaşıyor. Herkesin ve hepimizin derdi kendimizi kurtarmak. Herkes bir yöne doğru koşuyor, nereye gittiğini bile bilmeden, koştuğumuz yönün sonu uçurum mu onu bile düşünmeden. Kargaşa ve koşuşturma, aynı zamanda doğadan hızlı bir kopuş ancak, nereye kadar?

Sonuçta amaç, mutluluğumuz ve huzur değil mi? Etrafımızı yıkıp yakarak var ettiğimiz ortamda mutlu olmak mümkün mü? İnsanlık akıl tutulması yaşamıyorsa, bu ne? İlerleme mi, neyin ilerlemesi? İnsanı insan yapan teknolojisi ya da doğayı tahrip etme gücü müdür?

Yoksa bizi biz yapan merhamet, sevgi ve hoşgörü müdür?

İnsanların DNA yapıları %99.9 aynı olduğuna ve dini olarak da herkesin aynı soydan Adem ile Havva’dan geldiğine inanıldığına göre, herkes niye birbirini aşağılayıp birbirini boğazlamaya devam ediyor? Bilimsel gerçekler aynıyız dediğine göre, dinler de aynısınız dediğine göre mevcut insanlık her ikisine de inanmıyorsa, neye inanıyor?

Mevlana “ne olursan ol yine de gel” derken ne putperesti, ne dini, ne de mezhep farklılıklarını önemsiyordu. Mevlana evrendeki canlı ya da cansız görünen bütün maddelerin Tanrının bir parçası ve yansıması olduğunu söylerken, bugün bilim, aynı karbon yapısına sahip olduğumuzu söylemiyor mu?

İnsanlık teknolojik ve bilimsel olarak ilerlemiş olabilir, ancak hala en çok kaynağını silahlanmaya harcamıyor mu? İnsanlar açlıktan ölmüyor mu? Yoksulluk ve sefalet kol gezmiyor mu? Hapishaneler tıka basa dolu değil mi? Çocuklar hala meta olarak kullanılmıyor mu? Kan davaları, etnik kimlik savaşları yok mu? Doğal kaynakları insan haklarına uygun kullanım yerine birbirinden çalmıyor mu?  Dünya ülkelerinde, sokaklarda korku ve şiddet artan bir ivmeyle kol gezmiyor mu?

Bu kadar kötülüğün yanında tabii ki iyiliklerin ve olumlu gelişmelerin olduğu da yadsınamaz bir gerçek. Ancak, önemli olan olumlu ve güzeli genele yaygınlaştırabilmek değil mi? İnsanlığın temel amacı ve hedefi açlığı, yoksulluğu, köleliği ve acıları var etmek olabilir mi?

Sevgi sevgiyi nefret nefreti doğur. İyilik, merhamet, erdem, adalet, vb. duygular bizleri biz yapan özelliklerken, bunun karşıtı duygu ve düşüncelerimizde bizi insanlıktan uzaklaştıran yanlarımız değil mi? Lütfen bir an düşünün, bu yaşananlar akıl tutulması değilse nedir?

Sürdürülemeyen Mevcut Dünya Düzeni

09 Kasım 2009

Dünya devletleri önümüzdeki süreçte yeni bir sosyal ve ekonomik yapılanma içerisine girmek zorundadır. Çünkü mevcut yapı sürdürülemez nedeni ise çok basit bir tarafta sürekli kazanlar diğer tarafta ise sürekli kaybedenler, kaybedenlerin kayıp düzeyleri en alt sınıra yaklaşmış, kazananların kazancı ise en üst düzeylere ulaşmış durumdadır. Sonuç olarak ta gelişmekte olan birçok ülke halkı yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli temel gıdaları dahi alabilmekten uzakta açlık, yoksulluk, hastalıklar içerisinde yaşamakta, çocuklarını yeterince besleyememekte, eğitim verememekte, hatta zorunluluklardan dolayı çocuklarını meta olarak da kullanılabilmektedirler.

Mevcut durumu bir sarkaç olarak düşünürsek 1980’lerden günümüze kadar devam eden ekonomik sistem ulaşabileceği en üst düzeye çıkmış ve sarkacın diğer tarafa yönelme zorunluluğu kendini göstermiştir. Kim ne derse desin mevcut ekonomik yapı en alttakilerle en üstekiler arasındaki gelir uçurumunu inanılmaz boyutlara ulaştırmıştır.

Devletler elerindeki polisiye önlemlerle mevcut sosyal ve ekonomik dengeyi bir süre daha belki sürdürebilirler ancak nereye kadar? Sokaktaki insanlar mutsuz ve geleceklerinden kaygı duymaktadır. Bu birkaç gelişmiş ülke dışında bütün dünya devletlerinde benzer bir tablo söz konusudur.

Gelir dağılımındaki bozukluk bir yanda çok iyi eğitim alan, sosyal ve ekonomik olarak farklı bir dünyada yaşayan ortak dili konuşan aynı mekânları paylaşan dünya vatandaşlarını var ederken, diğer tarafta sosyal dışlanmaya maruz kalmış eğitim alamayan yarıştan kopmuş yoksulluk, şiddet ve açlık içerisinde yaşayan büyük kitlelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Bireyi yaşamına sahip çıkabilecek, kendine güvenen, eğitimli, üreten ve mutlu bir insan haline getirebilmenin tek yolu eşit imkânların bir şekilde insanlara sağlanabilmesidir. Aksi takdirde bireysel şiddet ve terör önlenemez hale gelebilir. Çocuklarımızı ve gençlerimizi mevcut sosyal ve ekonomik dengesizlikler içerisinde nasıl aynı hedefe yönelmiş olarak yetiştirebiliriz ki? Dünyadaki azınlıklı kitlelerin çocukları, mevcut dünya sisteminin olanaklarından en iyi şekilde yararlanarak yetiştirilirken, geriye kalan milyonlarca çocuk kısıtlı imkânlar içerisinde, yani imkânsızlıklarla onlara yetişmeye çalışmaktadır. Sizce de bu yarış adil mi?

Önümüzdeki süreçte bütün dünyada kar amacı gütmeyen sosyal hizmet yapılanmaları artar mı? Sosyal adaleti sağlayıcı önlemler alınabilir mi? Gelişmiş ve kuralları kendileri için koyan devletler insafa gelir mi? Bu ve benzeri soruları çoğaltabiliriz ancak bildiğim bir şey var ki o da dünya eski dünya değil, insanları yoksul ve aç bırakırsanız zengin ülkelere göçler bütün engellemelere rağmen yaşanabilir. Bunun en güzel örneği ise Fransa dır. Fransız gettolarında yaşayan Afrika kökenli göçmenlerin eylemleri buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak Dünyamızın geleceği konusunda da iyimser olmak zorundayız. Ayrıca bu sorunların ileriki süreçte çözülebileceği ve sarkacın terse doğru hareket edebileceği umuduyla……..

Sosyal Sorunların Çözümünde Gelir Dağılımının Unutulan Önemi

02 Kasım2009

Şu an ülkemiz Dünyanın 20 büyük ekonomisinden birisidir. Bu durum ülkemiz açısından sevindirici olduğu kadar üzücü bir duruma da işaret etmektedir. Güzel olan ülkemizin ekonomik açıdan ilk 20 içerisinde yer alması, kötü olan ise gelir dağılımı açısından tam tersi bir duruma sahip olmasıdır.

İşsizlik, suç işleme, boşanma, yoksulluk ve eğitim sorunları gibi akla gelebilecek onlarca hatta yüzlerce sosyal sorunun temelinde acaba gelir dağılımı adaletsizliği olabilir mi? Yapay gündemlerin hakim olduğu ve hızına yetişmekte zorluk çektiğimiz ülkemizde, haber yorumcularının büyük çoğunluğu sosyal ve ekonomik sorunların temelinde yatan asıl nedenleri değil, daha çok bu sonuçların ortaya çıkardığı ve süreç içerisinde biçim değiştirebilen yüzeysel sosyal sorunları çözümlemekle sorunların ortadan kalkabileceğini sanmakta ya da sanmamızı istemektedirler.

Bu gün ki sosyal sorunların çözülememesinin temel nedeni acaba gelir dağılımı adaletsizliği olabilir mi?  Bu temel sorunun yan ürünü olan adi suçlardaki artış, terör, aile içi ve toplumsal şiddet olayları, boşanma, vb. sosyal sorunlar temel sorun çözülemediği, aksine büyüdüğü için artıyor olabilir mi? İnsanlarımızın özellikle gençlerimizin antidepresan kullanım oranları geleceklerine duydukları kaygılarının bir sonucumudur?  

Bazı sosyal sorunları yüzeysel bir şekilde çözümlemek mümkün olabilir. Ancak çözüldü zannedilen sorunlar bir şekilde biçim değiştirerek farklı bir yapı içerisinde yeniden ve daha zor bir sosyal sorun olarak karşımıza çıkabilir. Bu tür sosyal ve ekonomik sorunları çözümlemenin yolunu yeniden keşfe günümüz dünyasında çok fazla gereksinim olduğu söylenemez. Çünkü aslında herkes üç aşağı, beş yukarı çözüm yolunun ne olduğunu biliyor. Çözüm yolu gelir dağılımındaki adaletsizliği ortadan kaldırabilmektir.
  
Çocuklarımızı ve gençlerimizi sistemin içinde tutabilmemizin yolu sadece sosyal yardımlarla sağlanamaz. Ailelerin ve bireylerin gelir düzeylerini artırıcı, işsizliği ve yoksulluğu azaltıcı ekonomik ve sosyal önlemlerin alınması halinde, sosyal sorunlarda çok ciddi azalmaların yaşanacağı ve toplumsal barışın sağlanmasına katkı sağlayacağı kaçınılmazdır.

İnsanın en temel gereksinmelerin başında açlık dürtüsünün doyurulması gelmektedir. Açlığı ve yoksulluğu yok edemeyen bir toplum huzurlu ve mutlu olabilir mi? Peygamberimizin de ifade ettiği gibi “komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir.” Hadisi yüzyıllar ötesinden günümüze gelir adaletsizliğine vurgu yapan en iyi örneklerden birisi değil midir?

Kendi çocuğumuzu doyururken başka çocukların açlıktan öldüğü, hastalandığı, sağlıksız büyümek zorunda kaldığı ya da eğitim alamadığı bir ortamda, ahlaki değerlerin sürdürülebilirliği de sosyal bir sorun olarak karşımıza çıkmaz mı?

Sonuç olarak unutulmamalıdır ki bir toplumda gelir adaletsizliği çözülemiyorsa, sosyal sorunlar insanları mutsuz ve huzursuz etmeye devam eder. Unutmayalım ki toplum olarak ne ekersek onu biçeriz. Çocuklarımıza ve gençlerimize paylaşımı, adaleti ve sevgiyi öğretemesek gelecekten ne bekleyebiliriz ki?

29 Ekim Anlaya ve Anlatabilmek

26 Ekim 2009

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı çocukken sadece içeriğini ve anlamını tam olarak algılamakta zorluk çektiğimiz hatta niye kutladığımızı tam olarak anlayamadığımız, çocukça algılarla çıkarımlarda bulunduğumuz günler olarak aklımızda yer edebilmektedir.  Ancak aradan yıllar geçtikçe ilkokul ardından orta ve yüksek eğitimde anlamını ve önemini daha iyi anlamaya başladığımız bir süreç olarak devam eder. Ardından yıllar geçer ve belli bir olgunluğu ulaşıldığında, kitaplardaki bilgilerin hayattın gerçekleri ile kesiştiği yaşam sahnesinde yaşananları da kavradıkça kurtuluş savaşımızı ve cumhuriyetimizi daha iyi anlar hale gelebilmekteyiz. Bize bırakılan 29 Ekim Cumhuriyet değerlerine derin bir saygı ve sonsuz minnettarlık duymanın yanında böyle onurlu atalara sahip olmak çoğu zaman farkında bile olmadan, insanın kalbine ve ruhuna hüküm edebilmektedir.

 29 Ekim bağımsızlık, özgürlük, emeğe saygı, kendi hakkında kendi kararını verebilme onuruna erişme, gökyüzüne, kırlara, denize ya da herhangi bir anda bulunduğumuz ortamda özgürce nefes alabilmek değil midir? Şehitlikleri gezerken 18, 19 yaşlarındaki gençlerin bizler için özgürlüğümüz için canlarını verdikleri nasıl unutulabilir? Ya da karşılığı nasıl ödenebilir ki? Kim ne söylerse söylesin ya da cumhuriyetin bizlere sağladığı olanaklar ne kadar küçümsenmeye çalışılırsa çalışılsın, yaşanan tarihi gerçeklerin ve şehitlerin manevi ruhlarının önüne geçebilir mi?

Çocuklarımıza 23 Nisanı,  gençlerimize 19 Mayıs bayramlarını armağan eden ve ülkemizi gençlere emanet eden, ülkemizin kurucusu yüce atamızı ve silah arkadaşlarını rahmetle ve saygıyla anmanın yanı sıra, çocuklarımıza “bağımsızlık benim karakterimdi” ya da “ya istiklal ya ölüm” diye manevi ruhunu bize bırakan yüce insana saygı duymaktan başka ne söylenilebilir ki? 29 Ekim sadece bir ülkenin kuruluş günü olabilir mi?  29 Ekim, ilan edildiği günden bugüne doğmuş ve gelecekte de bu topraklarda doğacak olan bütün Türk vatandaşlarının en onurlu ve en paha biçilmez günüdür. Zaman değişir, anlamlar ve kavramlar altüst olabilir, ancak tarih boyunca insanın özgür ve bağımsız yaşama isteği değişmez.

Bağımsızlık, özgürlük ve bilimsel düşünme yeteneği olmayan insanlar diğer insanların metası haline gelir. Ruhlarını ve her şeylerini kaybedebilirler. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı onun için önemlidir. Cesaretin, azmin ve inancın zaferidir. Dünya tarihinde eşi az rastlanan bir efsane değil midir?

Çocuklarımız, gençlerimiz ve bizler dünyada bu onura ve özgürlüğe sahip nadir milletlerden birisi olmanın haklı gururuna sahibiz. Ancak bu yeterlimi tabii ki hayır, gençlerimizi ve çocuklarımızı milli değerlere bağlı, dünyayla barışık, ırk, renk, dil ve din ayrımı gözetmeden kucaklayan ancak bir o kadarda kendilerine bırakılan miraslarına bağlı olarak yetiştirmeliyiz. 29 Ekim bu topraklarda yaşayan ırkı, dili ve dini ne olursa olsun herkesin ortak mirası olmalı ve sahip çıkılmalıdır.

29 Ekim bütün halkımıza ve özellikle çocuklarımıza ruhuyla öğretilmelidir. Hep birlikte nice 29 Ekimlere ...

Sosyal Hizmet Nedir?

19 Ekim2009

Öncelikle sosyal hizmetin ne olmadığı üzerinde durmamızın daha uygun olacağı kanaatindeyim. Sosyal hizmet yardım paketleri dağıtmak, kömür dağıtmak, para vermek ya da kendimizi tatmin için yaptığımız yardımlar değildir. Bu tür yardımlar aksine sosyal dışlanmayı ve ötekileştirmeyi beraberinde getirmektedir.

Sosyal hizmetin temel felsefesi bireyi dilenci ve dış desteklere bağımlı hale getirmek değildir. Kimi basın yayın organlarında sıklıkla yardım kuyrukları görülmekte ve topluma bunlar sosyal yardım ve sosyal hizmet olarak sunulmakta, toplumun genelindeki algılayışta bu yönde olabilmektedir. Türkiye hızla liberalleşmeye ve küreselleşmeye devam ederken, geleneksel sosyal yardımlaşma ve dayanışma bağları zayıflamakta, kurumsal sosyal hizmete olan ihtiyaç hızla artmaktadır.

Her ilçe kendi bazında hane halkı taramasını yaparak, ailelerin içinde bulundukları sosyal ve ekonomik durumların tespit edilmesi ve mahalle bazında sosyal sorunların çözümüne yönelik bilimsel sosyal hizmet ve sosyal yardımın yapılması gerekmektedir. Bu işlemlerin yapılabilmesi için AB ya da başka bir uluslararası kuruluşun taleplerini de beklemeye gerek yoktur. Çünkü gelişmiş batı toplumlarının tamamında benzer yöntemlerle bilimsel sosyal hizmet uygulanmaktadır.

Özellikle İskandinav ülkelerinde bu uygulamalar kendisini en üst düzeylerde göstermektedir. Ülkemizdeki geleneksel yardımlaşma kurumlarının modernize edilmesi gerekmektedir. Ayrıca bu işin sadece gönüllü organizasyonları ile çözümü de pek fazla mümkün gözükmemektedir. Eldeki sosyal ve ekonomik veriler gelir dağılımındaki bozukluğun sonucu olarak sosyal sorunlarda artarak devam eden bir ivmenin mevcut olduğunu bizlere göstermektedir.

Bu sorunların çözümünde sivil toplum kuruluşları bir yere kadar etkin olabilmektedir. Ancak yaşanmakta olan ekonomik krizinde etkisiyle işsizliğin, yoksulluğun ve suç işleme oranlarının yüksekliği, çocukların ve kadınların içinde bulundukları mevcut durumlarda dikkate alındığında, devletin sosyal hizmet ve sosyal yardım politikasının yetersizliği ve daha fazla kaynak aktarımına paralel olarak daha fazla bilimsel yaklaşımın gerekliliğini kendisinden ortaya çıkmaktadır.

Sonuç olarak sosyal hizmet bireyin kendisine yeterli olabilecek koşulları oluşturmasına katkı sağlamayı temel amaç edinmiştir. Yani bireyi kendisi ve çevresi için geçici yardımlarla sorunlu kılmayı amaçlayan yaklaşımları reddeder.

Toplumsal Cinnet Ortamında Çocuk Olmak

12 Ekim 2009

Toplumsal şuursuzluğun ortasında çocuk olmak kadar zor ne olabilir ki? Ülkemizde cinayet, tecavüz, şiddet, terör, işsizlik vb. toplumsal ve bireysel olaylarda inanılmaz oranlarda artışlar söz konusu. Ayrıca hapishanelerdeki doluluk oranları da tarihinin en yüksek rakamlarına 115.000 sayısına ulaşmış durumda.  Her yerde bir kaos ve mutsuzluk hakim. Çocuklar okulda mutsuz, insanlar işsiz diye, işi olanlarda işinden mutsuz, yani kısacası toplumsal yapıda tam bir çaresizlik, depresyon ve cinnet hali hakim.

Böyle bir rüya görüyor olsak, uyandığınızda mutlu olur ve iyi ki rüyaymış deriz. Ancak bu yaşadığımız süreç ne yazık ki gerçek, gerçek olduğu kadarda etkileri acımasız ve yıkıcı. Şuan ülkemizde antidepresan kullanım oranı tavan yapmış durumda.

Toplumsal cinnet halinde iken, bunun üstüne birde ekonomik kriz gelince, toplumsal yapıdaki çözülme ve sosyal sorunlar giderek artmış ve içinden çıkılması giderek zorlaşmıştır. Çünkü insanlar bir kez akıl ve ruh sağlığını kaybettikten sonra ve kaybedenlerin oranının gittikçe arttığı bir ortamda kavramlar, değerler ve toplumsal aidiyet duyguları içinden çıkılması en zor kavramlar haline gelebilmektedir.

Toplumumuzun geleceği olan çocuklarımızın böyle bir ortamda, ne kadar sağlıklı olabilecekleri sorusu ise başlı başına bir bilinmezlik olarak karşımızda durmaktadır. Aileler çocuklarına sahip olabilmekte zorlanmakta, eğitimleri için varını yoğunu ortaya koymakta ancak üniversite sınav sonuçları da bu çabalarının çokta fazla başarılı olamadığını ve eğitimin tamamen ticarileştiğini bizlere göstermektedir.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen her şeye yinede umutla bakmak zorundayız. Bu duruma neden olan sosyal ve ekonomik hataların tekrarlanmaması ve daha mutlu ve huzurlu yaşayabilmemiz için gerekli olan her türlü sosyal ve ekonomik çözümleri üretebilmemizden başka çıkar bir yolumuz da söz konusu değildir. Çözüm bulmak her koşulda mümkün olabilir ancak, öncelikle umutsuzlukları umuda dönüştürmek ve daha çok çalışmak ve örgütlenmek gerekmektedir.
Sivil toplum örgütlerinin, belediyelerin ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının da daha fazla sorumluluk almaları ve daha fazla çaba göstermeleri gerekmektedir. Aynı şekilde eğitim, sağlık ve sosyal hizmet kuruluşlarının da insanlarımızın sosyal ve ekonomik yapılarına uygun hale getirilmeleri kaçınılmazdır.

İşsizliğin çözümü kadar insanların ekonomik gelirler ininde yükseltilmesi, aileleri daha mutlu çocukları da daha sağlıklı yetiştirme olanaklarını mümkün kılabilir. Yani gelir dağılımındaki adaletsizliğinde acil olarak düzeltilmesi gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki toplumsal mutsuzluk bireyi, bireysel mutsuzlukta toplumu mutsuz ve başarısız kılar.

Kayıp Çocuklar

05 Ekim 2009

Ülkemizde son beş ay içerisinde çeşitli nedenlerle ortadan kaybolan çocuk sayısı 645 ulaşmış durumda. Bu rakamlar korkutucu, aileler çaresiz yetkililer ise sorunu çözme noktasında çaba göstermelerine rağmen, ortadan kaybolan çocuk sayısında azalma yerine ne yazık ki artma söz konusu.

Kaybolan çocukların başlarına neler gelmektedir? Organ mafyası, terör örgütleri, fuhuş çeteleri, çocuk ticareti vb. nedenlerle çocuklar kaçırılmakta, aileler perişan halde bırakılmaktadır. Devletin ve toplumun bu çocuklara ve ailelerine karşı sorumluluğunu yerine getirme noktasında eksikliklerini gidermesi ve kayıp çocukların bulunması acil ve önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.

İnsanlar çocuklarını parklara, sokaklara, alışveriş merkezlerine, okula, ya da herhangi bir yere götürürken korku içerisinde ve paranoya olmuş durumda kaygıyla yaşar hale gelmişlerdir.

Bu çocuklar nerede? Kimler tarafından kaçırılıyor? Sayının bu kadar yüksek olması rastlantımı yoksa organize bir duruma mı işaret ediyor? Bu çocukları kaçıranlar neden yakalanamıyor ve çocukların büyük çoğunluğu neden bulunamıyor? Sorunun çözümü için daha fazla çaba harcanması gerektiği ortada ve bu sorunun çözümünü sadece emniyetten beklemekte çok fazla gerçekçi gözükmemektedir. Sorunun çözümünde basın ve yayın kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlarında sağduyulu olması ve kamuoyu yaratılması konusunda duyarlı davranmaları gerekmektedir.

Kaybolan bu çocuklar sadece ailelerin değil devletin ve toplumun kendi çocuklarıdır. Çözülemeyecek bir sorun olarak ta düşünülmemelidir. Aksine sorun toplumsal bilinç düzeyinin artması ve kamu kurumlarının iyi bir şekilde organize olmaları halinde çözülebilecek bir sorundur. Okulların yeni açıldığı ve yaklaşık 15 milyon çocuğumuzun eğitime başladığı bu günlerde benzer olayların yaşanmaması için daha fazla önlemin alınması, ailelerin ve toplumun bilinçlendirilmesi gerekmektedir.

Bu tür olaylar toplum vicdanını derinden yaralayan ve insanların birbirlerine şüphe ile bakmalarına yol açan ortamları doğurmaktadır. Ayrıca gerek ailelerin gerekse çocukların beden ve ruh sağlıklarını da olumsuz yönde etkilemektedir. Bu tür sorunların çözülememesi vatandaşı hem devlete karşı hem de kendine karşı güvensiz bir hale getirmekte toplumsal huzuru ve güveni de bozucu etkilere yol açabilmektedir.

Sonuç olarak devlet ve toplum kendi koruması altında olan, aileyi ve çocuğu koruma görevini ihmal etmemelidir. Çok ciddiye alınmayan kayıp çocuklar ve aileleri toplumun kanayan bir yarası ve ahlaki bir sorun olarak ta karşımızda durmaktadır.